2 Eylül 2012 Pazar

'Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen'

'Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen'

Zor olanı seçerim her defasında, zira ben kolay ulaşılan şeylerin değerini hiç bilmemişimdir.
Annem bana bu sebepten dolayı hiçbir zaman gerçek mutluluğu bulmayacağımı söyler hep. Mütevazi şeylerle yetinememek gibi birşey değil bu, aksine: Bir kedi annesinin çöp tenekesinin yanında yavrularının karınlarını doyurmalarını beklediğini görürken bile gözlerim dolar. Biraz hüzünden, biraz da sevgiden. Allah vergisidir, en yüksek ses tonumla garip garip sesler çıkarırım. Onları kucağıma alıp, koruyasım gelir tüm kötülüklerden. İlk başta insanlardan. Hazır insan demişken:  En büyük korkularımdan biri de bana çocuk muamelesi yapılmasıdır. Bu nadir bir durum değil. Yaşımdan her zaman küçük görünmüşümdür. Belki de tavırlarım öyledir, bilemiyorum. 'İlerleyen yaşlarda bu duruma sevineceksin, bak görürsün!' derler bana her defasında. Ama şimdilik sevinemiyorum. Bana 'Siz' yerine 'Sen' diye hitap edilmesinden nefret ederim mesela. O an kişiliğimi hemen ispatlamak zorundaymışım gibi, bir düellonun tam ortasında bulurum kendimi; Bir elimle kılıcı kınından çıkarmaya çalışmamla, kılıcı kendime doğru saplamamla bir olur her defasında.

Bir insan var hayatımda. Kendimi bu ilişkide 20 senelik evli bir ev hanımı gibi hissediyorum. Temizlikte benden titizi yoktur. Kalp kırdığı zaman, ardından benim süpürgeyle kalbimin tüm kırıklarını küreğe toplayıp, çöpe atan. Üstünden bir de ıslak bir bezle geçerim, yerleri tekrar hiç kirlenmemişcesine parıl parıl cilalamak için. O hep gereğinden fazla kırıcıdır, ben ise gereğinden fazla kırılganım onun gözünde...


Ancak sorarım kendime: İhbarda kendisi bulunan bir insanın, davadan şikayetci olmaya hakkı var mıdır?

Mesela olur ya günler, bazen haftalar öncesi bir buluşmayı planlarsın. Hatta söyleyeceğin her kelimeyi etrafı çiçeklerle süslenmiş kağıtlara yazıp, vurgulamak istediklerinin üstünden pembe bir floresan kalemle geçerken, diğer yandan da sesli okursun herşeyi; Zira birisini birşeye inandırmak için, önce kendini inandırmak gerekir...
Sayılı gün çabuk geçermiş. Buluşmaya beş dakika kala kalbim yerinden fırlayacak gibi olsa da, içimdeki avukat hakimin önünde daima metanetle durmamı ögretmiştir bana. Duruşma başladığında, savcı savunmaya geçmemi rica ederken, pembe dosyaları elinden düşürürüm. Havada uçusan belgeleri toplamaya çalışırken, son koz olarak beceriksizce cübbemin kolunu yelpazelerim, içinden daha önce sakladığım kelimelerin düşeceği ümidiyle; Ama daha önce her harfin üstüne yüzlerce dikiş atılmışçasına öyle dururlar oldukları yerde. Hakim kırmak üzereyken kalemini, bir 'Hakim bey, itirazım var' bile çıkamamıştır ağızımdan. İşte o an içimdeki avukatın davayı kaybetmesiyle beraber, sanıkla yer değiştir. Bu yetmiyormuş gibi bir de susma hakkımı kullanırım...
Bunun gibi birşey işte, böylece aldatıcı bir yaz gününde. Sanırım kendimi çok özledim. Velhasıl hiçbir zaman bu kadar bekletmemişti kendisini...

Yasemin GÖKER

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder