24 Ekim 2012 Çarşamba

Kahraman ve Trajedi

Kahraman ve Trajedi

"Uykusuzluktan gözlerim yan
ıyor, ama uyuyamıyorum...
Saat kaç bilmiyorum, ama birçok şeye geç kalınmışlığın kekremsi tadı var damağımda. 
Onların yırtılmış ruhlarını dikmekten parmağım nasır tuttu. Eskisi kadar yumuşak değil parmak uçlarım; Aynaya bakarak yüzümü okşarken farkettim...
Bir kere de "Sen nas
ılsın?" diye sorsalar ya bana; Sanki hiçbir zaman solmayacakmışım gibi...
İşte ben de bu yüzden Sonbahar'a aşığım...

Gökyüzü yine ağlarken genç kız gri kaldırımlarda cesurca karanlığa doğru adımlarını atıyordu. Korku denilen duygu hafızasından silinmişti sanki. O artık bir süper kahramandı. Seksi taytlısından değildi belki, ama yüreklisindendi şüphesiz. Herkes dünyayı kurtaran adamı bulmuşken, o yağmurdan ıslanmış pelerinini yerlerde sürükleyerek arkasından çekiyordu. 
"Boşver" dedi s e s s i z c e kendi kendine. Bir an için duraksadı. Kafasını bir sağa bir de sola çevirirken, etrafında kimsenin olmadığını farkederek rahatladı. Hayır, insanların düşünceleri pek umrunda da değildi hani, ama...Bir de şu "Ama"lar olmasa. Dünyanin en gereksiz kelimeler kategorisinde birinciliği kazanabilirdi kuşkusuz. "Keşke" de o cinstendi tabii. Hele "Herşey olacağına varır" gereksiz cümlelerin en önde gideni, hatta küfürdü belki. Neyse. Hayırlısı olsun. 

...Mutluluklarımı hep buruk yaşarım. Hiçbir zaman mutlu olduğumu bilmem, ancak her daim bir zamanlar mutlu olduğumu hatırlarım"

*  
"Show me a hero and I'll write you a tragedy." F. Scott Fitzgerald

Yasemin Göker


14 Ekim 2012 Pazar

Bir İstanbul Masalı: Yine aylardan Kasım

Bir İstanbul Masalı: Yine aylardan Kasım...
Katil ve Maktül


Sonbahar dalların son yapraklarını da döküp, rüzgarlarında savurmuştu... 

Ağaçlar öyle çıplak dururken, İstanbul farklı bir mevsime hazırlanıyordu... 
Dışarıda kar taneleri gökten dans ederek inip, tüm şehrin renklerini silmeye calışırken... 

...Üsküdar'da ellerini ısıtmak için mantosunun ceplerine saklamış genç bir kız duruyordu, heyecanla birşey bekliyor olsa gerekti ki hareketleri onu ele veriyordu.

En sevdiği ay
ı ona soracak olsalardı cevabı "Kasım" olurdu kuşkusuz; Ancak Kasım onun için sırf bir ay değildi, daha ziyade duygularının tablosu, yaşam sebebi, onca ilkbaharlara, yazlara katlanma nedeniydi...

Omuzunda bir el hissetti. Dokunuşu tanıdıktı. Tanımamak ne mümkün? Fazlasıyla ürkek, bir o kadar da sahiplenici. Hiç tereddüt etmeden omuzundaki ele dokundu soğuk elleri. Parmak uçlarıyla üstünde gezindikten sonra, sımsıkı avuçladı. Güneşte eriyen kar taneleri gibi birbirine karışmıştı parmakları...


Bir müddet İstanbul böyle bir huzur tablosuna şahit olduktan sonra, o an üstlerinden kız kulesıne doğru uçan martıların alaylı sesleri taraf
ından bölündü...

Yüzünü döndü; Önünde genç bir adam duruyordu. Görmeyeli fazla olmamıştı. İki, üç ay belki. Ama ona bir asır kadar uzakta gibiydi son buluşmaları...


Çok düşündü, çok sevdi, çok ağladı, çok nefret etti, çok suçluluk hissetti, sonra yine sevdi;
Yine çok düşündü, bu sefer daha çok sevdi, daha çok ağladı, daha çok nefret etti ve kendisini daha suçlu hissetti...

Sonra düşünmemeye karar verdi; Bu sefer sustu, sonra daha da çok düşünmeye başladı, daha da çok sevdi, daha da çok ağladı, daha da çok nefret etti, daha da çok suçluluk hissetti...ve yine sevdi...

Gece yarıları herkesten gizli buzdolabın kapağını açarak ustaca tasarlanmış bir ain çerçevesinde canavarca yalnızlığı son kemiğine kadar kemirerek, içine tıkayıp, yuttuktan sonra, on, belki de onbeş dakikaya kadar kusuyordu yalnızlık kelimesini oluşturan tüm harfleri...Daha sonra da geriye kalan içindekileri...


Bulimiaymış hastalığının adı; Tabii bu durumun hastalık olduğunu kabul etseydi...


Genç adamın gözlerine baktı. Gözleri suçlu bakiyordu. Bir cinayete tanık olmanın suçu değil de, cinayetin cünhakarının ta kendisi olduğunu itiraf eder gibiydi; İlk başta kendisine...


Tüm bunların artık birşey ifade etmediğini hissediyordu genç kız. Onun ona çiçek getirmemesi de, ya da hayalindeki gibi diz üstüne çökmüs bir kırmızı kadife kutusundan pırlanta yüzüğü çıkarıp, kız kulesinin muazzam güzelliği eşliğinde ona evlenme teklifi etmemesi bile...

O artık herşeyden vazgeçmişti. İlk başta hayırlısından, daha sonra da hayırsızından...

Ona gözlerini yumarak sarıldı. Gözlerini açtığında yanında kimse yoktu. Etrafa saçılan kar taneleri bir an için yeri süslemiş olsa da, aldatıcı sonbahar güneşinin altında firar eder gibi erimeye ba
şlamıştı bile...

İşte o an ölmek istedi. Unutulmak için değil de, tekrar hatırlanmak için belki...

Yasemin Göker


7 Ekim 2012 Pazar

Hatundur, yapar!

Hatundur, yapar!

Evde iki kardeşiz. Kendimden 6 yaş büyük bir ağabeyim var. Küçüklüğümden beri gözümün önünde bilhassa Türk ailelerinde sıkça rastlanan bir aile tablosuyla büyüdüm ben. Ben evde hanım hanımcık Barbie bebeklerime annelik yaparken, ağabeyim dışarıda ağaçlara tırmanarak, dünyaya meydan okuyordu. „Erkektir, yapar!“ derlerdi sırtını ovalayarak her defasında.

"Erkektir yapar!" i
şte böyle bir adaletsizliğin sorusuna verilen adaletsiz cevap...


Kendimi bildim bileli birbirine benzediklerinden ötürü birbirlerinden ayıramadığım teyzeler uğrar evimize. Onlar hep biraz tombuldur, Allah vergisiymiş şüphesiz. "Dedikodu yapmak o kadar günahken, iki kişi arasında konuşmakta sakınca yok-muş, canım. Laf arada kalır-mış elbet".

Adlarını Melahat farzet, zira meraklı teyzelerin adları hep Melahat'tır kuşkusuz. 


Klasik türk hanımı, klasik sorularını sorarken, klasik türk kızından, klasik cevaplar beklenir. Adet böyle. Böyle gelmiş, böyle gitmiş... Onlar "Evli misin?" diye sorarken,"Evli değilsen, seni oğluma alacağım" diye düşünen cinsten. Onlar „Aman ha, sakın erken evlenmeyin, bak ben evlendim de n'oldu?" diye nasihat verirken, içten içe "Hadi 20sinde iyi de, 30undan bir gün aldı mı evde kaldı" diye endişelenen türden. Onlar "Okuyun kızım, okuyun. Okumak iyidir, kendi ayaklarınızın üstünde durun. Devir değişti!“ diye vaaz ederken, "Ama yemek yapmasını da öğren" diye öğüt veren tarzdan aynı anda. 

Onlar Melahattı
r; Hayat üniversitesini bitirmişlerdir. Kendilerine benzememeni söyledikleri kadar, bir o kadar da çok benzemeni isterler.

Onlara göre Matematik förmüllerin arasında boğuşurken, pilav yapmanın formülünü de öğreneceksin,1 ölçek pirinç'e, 1.5 ölçek su kullanılır, yaz bunu bir kenara, kızım...


Bu yerler uykuya dalmış cadıların süpürgeleri tarafından silinirken, bulasaşıkları sihirli periler sihirli değnekleriyle yıkıyor mu sandın?

O yeri gelince anad
ır, eştir, aşçıdır, temizlikçidir, organizatördür. Doktordur, avukattır, mühendistir... 

Hatundur, yapar!

Yasemin Göker


3 Ekim 2012 Çarşamba

Çok yüksekten düştüm ben...

Çok yüksekten düştüm ben...

Sadi-i şirazî (İ
ranlı şair) : "Aşka uçma kanatların yanar" 


Hz. Mevlana : "Aşka uçmadıktan sonra kanatlar neye yarar?"


Benim de kanatlar
ım vardı; Ne bir melek, ne de bir kuş misali. Daha ziyade kozasından çıkan bir kelebek gibi. Etrafımı ördüm, içine saklandım. Çok zaman aldı ama ben sabrederek büyüdüm. Vaktim doldu. Kozamı parçaladım ve uçtum; Malum küçücük ruhumu aşan meçhul yükseklere...

Söylemeye cesaret edemediğin her kelimenin sessizliğinden beterdir, söylemiş olduğun her kelimeye rağmen geriye kalan sessizlik; Orası son duraktır; Bilirsin. Birinin bavulunu eline almış, parmaklarıyla sımsıkı tutup, raylarda beklerken, mutluluğun hızlı tren gibi yanıbaşından geçtiğini görürcesine..

Sahi kaç gün geçmişti mutluluğu terkedeli? Peki ya kaç gün olmuştu mutluluğun onu terkedeli?
Bazı şeyler artık o kadar uzakta kalmış gibiydi ki, kendisi bile yaşananlardan kuşku ediyordu. Gerçek miydi tutunmaya teşebbüs ettikleri?
Hatırlamak için telefonu eline alıp, bir numara çevirdi. Rehberine bakmaya gerek yoktu, zira numarayı her rakamına kadar ezberebiliyordu; Ezberi kuvvetliydi kuşkusuz. Telefon ilk kez çalarken, bir an için soluksuz kaldıİkinci kez çalarken hala nefesini tutuyordu. Üçüncü kez çalarken nefesini saldı. Dördüncü kez  çalarken telefonu uzağa tuttu; Artık arama sesi boğuk geliyordu. Bir an için rahatladı, yakınına tutmaya tahammülü yoktu çünkü. O "Dıt" sesi duvara bir çekiçle binlerce çivi vurulurcasına başını ağrıtıyordu. Öyle bir nefretti bu. Beş kere çaldı, altı kere, yedi kere, sekiz kere, dokuz kere. Onuncu çalmadan sonra birden "Tık" diye bir ses geldi, kalp atışlarının daha hızlı çarpmaşıyla beraber telefonu kulağına getirmesi bir oldu ve heyecanla "Nasılsın?" deyişini bir milisaniyesi içinde farklı ses tonlarda kafasında tasarlarken, banda kaydedilmiş bir kadın sesinin "Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor, lütfen daha sonra yeniden deneyin" demesiyle hayal kırılığına uğradı...
Yine.
Sustu. Üstelik telefonunu sessize aldı
...
Sahi kaç gün geçmişti mutluluğu terkedeli? Peki ya kaç gün olmuştu mutluluğun onu terkedeli? 

Çok yüksekten düştüm ben. Yağmura yakalanıp, kanatları birbirine yapışan bir kelebeğin can çekişi gibi...

Yasemin GÖKER