14 Temmuz 2015 Salı

İstanbul Hatırası

İstanbul Hatırası

"Yaşadığı şehri terketme arzusunda olan bir insan, mutsuz bir insandır." Bu söz beni zamanında çok derinden vurmuştu, arkadaşım. İstanbul'da yaşamadan, İstanbul'u yaşamanın hüznünü taşırken yüreğimde, bir hayli etkilenmiştim Milan Kundera'nın bu acı tespitinden. Şöyle ki, bu cümle hasretimi daha da çok tetiklemişti, ansızın bir yaz akşamı herşeyi geride bırakıp, İstanbul'a gelmeme sebep olmuştu belki de. 

Bugün yolum Kadıköy'deki sahaflara düştü. Hani olur ya, birşeyi çok istersiniz de, zamanla neden istediğinizi unutursunuz. İnsanlar soru sorar, cevabını bilemezsiniz ve anlarsınız ki bazı şeyleri alışkanlıktan, sadece istediğiniz için istersiniz. O hesap. Hatıraları tazelemem gerekiyordu, sayfa sayfa, satır satır...
Şirin bir yere girdim, içerisi tarih kokuyordu, mutluluk, hüzün, bilgi; bir insanruhunu besleyecek herşey vardı burada.

"Milan Kundera'nın 'Varolmanın dayanılmaz hafifliği'ni arıyorum" dedim. Genç bir adam hiç tereddüt etmeden tozlanmış raflardan bir kitap çıkardı. Aradığım buydu evet, ama istediğim değildi kuşkusuz. "Bu korsan" dedim sert bir tavırla. "Bire birdir hanfendi, hem orjinalinden daha ucuz" diye karşılık verdi adam. Ucuz birşey değildi ki istediğim; benim için satın alınamayacak kadar değerli sözler barınırken bu romanın içinde. "Bak orjinali de var, istersen getireyim!" dedi birden. "Yok" dedim "Ben ikinci el arıyorum." Adam şaşırdı. "Orjinalini de uygun fiyattan verebiliriz yani" diye bir tavsiyede bulundu. Belli ki beni anlamamıştı. Daha keskin bir tavırla "Hayır" dedim, "ikinci el lazım bana!".  Adamın yüzünde soru işaretleri oluştu, neden dercesine yüzüme baktı. Daha fazla dayanamadım ve açıkladım. "Çünkü başka bir ruha karışmam gerekiyor" dedim, "bilmediğim bir insanın aynı satırları okuduğunda neler hissebileceğini anlamam lazım. Belki bir kelimenin altını çizmesinden, belki bir sayfanın kenarını kırıştırmasından, kağıda dökülen kahvesinden, evet, belki gözyaşından bile..." Adam gülümsedi. Yanına iki arkadaşı daha geldi. "İkinci el maalesef yok" dedi. Teşekkür ederek çıktım dükkandan. Kendilerini arkamdan konuşacak kadar rahat hissettikleri bir uzaklıktaydım belki, ama her sözlerini duyacak kadar yakındım onlara aslında. "Bu kızın ruhu yorulur birkaç seneye kadar, bak benden söylemesi" diyerek alay ettiler arkamdan. Çok üzüldüm. Ağızlarıyla söylediklerine değil de, ruhlarıyla anlamadıklarına. Benim ruhum yorulmaz da, onların ruhları zedelenecekti zamanla.
Olayın en üzücü yanı da şuydu belki: Bunu anlamayacak kadar ruhkörü olacaklardı o anda.

Nerede kalmıştık? Ha; sahi İstanbul'a gelmek için bir sebep kalmış mıydı ki? 
Tam çıkmak üzereyken arkamdan bir sesler duydum, "hanfendi! Hanfendi!" bağırarak, nefes nefes kalan genç bir adam. Doğru, ilk girdiğim yerde konuşmuştuk. Benim ikinci el kitap isteğimi gönülden anlamıştı. Hatta gözleri parlayarak yazdığı romanların satırlarını okutmuştu bana. Küçük bir zarf içinden İstanbul'un her bir yanından biriktirdiği nostaljik fotoğrafların, hiçbir zaman gönderilen kişiye ulaşamayan mektupların koleksiyonunu yapmış, hepsine ayrı bir değer biçmişti. Tutkusu her halinden belliydi. Nihayet sakinleşmişti sesi: "Buldum! İstediğiniz kitabı buldum!". Şaşkınlığımın sevince dönüşmesi biraz zaman aldı. Sonra bana kitabı uzattı. "Buyrun" dedi. Fiyatını sordum. "Bazı şeyler parayla satın alınmaz" dedi gözünü kırparak "Bu da benden olsun!" Daha da şaşırmıştım. Tereddüt ederek kitabı kabul ettim ve sessizce teşekkür ederim. Sustuk. Birşeyler bekledim. Bir çıkar, bir art niyet...Ne bileyim...Son günümüzün İstanbul'undan bir ihanet daha. Ama yok. "Okurken beni hatırlarsınız; bu kitabın size vereceği mutluluğu, yani mutluluğunuz..." Bir an duraksadı utanırcasına "Yani sizi bu kitapla mutlu edebildiysem, ne mutlu bana" dedi heyecanlı bir sesle. Güldük. Teşekkür ettim ve ayrıldık.

Evet, İstanbul tezatlarla dolu bir şehir.
Sahi, neden gelmek istiyordum bu şehire? Aynen, bu yüzden. Mutluluğu tozlanmış bir rafta yatan kitabın satırlarında bile bulabilen güzel insanlar için...

Bir İstanbul Hatırası/17.04.2015 

Yasemin GÖKER

26 Kasım 2014 Çarşamba

Seni beklerken

Seni beklerken                

"Şair ruhludur" dedi bana, oysa ki şiir ruhlusuydu istediğim, zira söze yoktur güvenim. Hakikat olduktan sonra yüreğinde, ne yapayım sayfalarca yazılmış yalancı aşk mektuplarını.
Ve artık hayat bana doğru yol alırken, fazla uzak değildir beklediğim.
26.11.2014

Yasemin Göker                    

11 Ekim 2014 Cumartesi

Enstantaneler

Enstantaneler

Uzun zaman oldu yazmayal
ı, içine nice hikayeler sığdırabildiğim.
Tuhaf ki hiçbir tanesi beni kelimeyle hakikatleştirecek kadar üzmedi.
Mutluyken yazamıyorum, bilmelisin. İnsank
ızı da degişebiliyormus demek ki. 
Ve anladım ki grisi yok bu dünyanın. Ya olayların içinde, ya da dışındasındır...
Ortasında olacak kadar önem ta
şımıyorsun bu "sektör" dediğimiz bok çukurunda her gün beynimize tecavüz eden yakışıklı popçular, üç eşini öldürmüş bir katili, kadınlar matinesine benzeyen sabah programına, çıkaran boyalı gergin kadınlar varken...

İstanbul sokaklarında yürüyorum.

Son zamanlardaki izlenimim bu alemi kuru bir tebessümle karşılamama sebep oldu.
Herkesin elinde akıllı telefon varken, akıllı insanın bulunmaması günümüzün en büyük paradoksu olsa gerek. Haberler bangır bangır. Fazla değil, iki üç dakikaya kadar yine klavye kahramanları da iş başında olur.
Artık bunlar beni hiç ilgilendirmiyor. Değeri barkodlarla, satış rakamlarıyla, reytinlerle, beğenilerle, cartlarla curtlarla ölçülen hiçbirşey beni ilgilendirmiyor. 


İstiklal Caddesi'ndeyim.
Bin bir türlü ışık, bin bir türlü ruh, bin bir türlü nefes, bin bir türlü ses...
Bunlara rağmen kendimle konuşabilmenin rahatlığını yaşıyorum burada. Kimse görmüyor, kimse duymuyor. Görse de, duysa da "Deli" deyip, geçer yanımdan. Sonra unutur. Bu cadde unutulmak isteyenler için ideal.


Islak yollar beni kız kulesine götürüyor. Onu o kadar sevmeme rağmen yanına hiç gitmedim, gidemedim. Onu uzaktan izlemeyi seviyorum ben. Mesafenin bana verdiği hafifliğiyle bir gün martılar gibi denizi aşıp tepesine konacağımın hayalini kuruyorum. Böyle dediğime bakma. Mesafe sevmeye, sevilmeye yeteneksiz olanların en güzel zırhıdır.

Denizin kenarında gezmeyi seviyorum. Balıkçılara hayranım. Bir balık tutabilmek için saatlerce bekleyebiliyorlar. Düşünsene? Yağmurda, soğukta. Çoğu üniversiteli, diplomalı gençlerimizden daha amaçlılar. Tüketerek, harcayarak değil, bekleyerek, sabrederek birşeye ulaşabilmenin demode olmuş düşüncesindeler hala. Demode diyorum, doğru. Zira bu devirde birşeyi beklemek, bak daha açık konuşuyorum, birşeyi muhafaza etmek, halk dilinde "demode" olmuştur.
Bir kovanın içinde hala yüzen üç tane balık var. Onlara ac
ıyarak, adamın yanına gidiyorum. Biraz utansam da bunu yapmam gerekiyor sanırım: "Bunları yiyecek misiniz?" Adam şaşkın şaşkın bakıyor bana. Biraz daha üstüne giderek, daha sert bir tavırla soruyorum: "Bunları yiyebilecek misiniz?". Sesim yükseliyor. Korktuğum zaman sesim hep yükselir. Adamın şaşkınlığı bir kahkahaya döndü. "Yok" diyor "onları tekrar denize atacağım". Rahatladım. Yalan olduğunu bilmeme rağmen rahatladım.
Gariptir, ama insanlar kandırılmak ister. Dünyamızda var olan tüm kötülüklerden kurtulma şansı olmadığından, kandırma sanatı ezelden beri en kolay kaçış yoludur. İnsan kandırır, kand
ırılır. Ve sanırım aralarında en tehlikeli olan insanın kendisini kandırmasıdır. O ayır bir sanattır. Zira kendine bile bile yalan söylemenin ağırlını kaldıramaz insan.

Yavaş yavaş akşam çöküyor. Galata'ya doğru yürüyorum. Daracık sokaklardan, rengarenk tezgahlardan geçiyorum. Burada turist çok. "Abla, ablaaa, 10 TL, 10 TL, 5 Euro bak come, come!" diye bağıran satıcılara bakmamaya çalışıyorum. Benimle Türkçe konuştukları zaman turist olduğumu, İngilizce konuştukları zaman buranın yerlisi olduğumu söylüyorum. İstenmeyen bir muhabbetten kaçmanın en kibar yolu budur.
 

Kuleye çıktım. 
Karşımda ruhunu görebildiğim bir şehir var.
Ruh ne kadar güzel birşey değil mi?
Yaşamın sonunda geriye kalan tek şey...
Ama bunu gel de anlatmaya çalış, çağın hastalığına yakalanmış ruh körü insank
ızı ve insanoğluna...  

Yasemin Göker

31 Temmuz 2014 Perşembe

Uykusuz

Uykusuz

Acınası haller almıştı insanoğlu bu günlerde. Sözleri rastgele bir harf sıralamasından öte birşey değildi artık. "Bir tanem" dediğini birden "İki tane" oldurabilmenin sanatını savurgan ve ezbere yaşayan bir çağa borçluydu kendisi. Varoluşunun farkına tüketerek varan insanoğlu bir dua için vakit bulamayacak kadar meşguldu dünyevi şeylere. Mutlu olmak için düşünmekten sakınanlar tanıyordu İnsankızı. Ve biliyordu ki; O hiçbir zaman bu dünyanın bir parçası olmayacaktı. 

30.07.2014/Sonbahar'a ithafen

Yasemin Göker

10 Nisan 2014 Perşembe

Üşüme!

Üşüme!

Yüreğini kimler yorgan bilipte sığınmış, kimler eskittikten sonra yırtmış, insankızı?!

Üzülme sakın, onlara bu saatten sonra rahat uyku yok. Zira yeni yorganlarını nereye çekerlerse çeksinler, ya ayakları, ya kolları, ya da kalpleri açıkta kalacaktır!

Yasemin Göker


10.04.2014/İSTANBUL

2 Ocak 2014 Perşembe

Benim hâlâ umudum var...

Benim hâlâ umudum var...

'Güzel bir güne açtım gözlerimi.
Bir kuş tüyün hafifliği misali yüreğimin gökkuşağın renklerine doğru uçtuğunu hissediyorum.
Yaklaştım. Eminim. O gükkuşağına kavuşacağım. Eminim.
Altından geçeceğim. Bir dilek tutacağım ve herşey çok güzel olacak.

Birden rüzgâra kapıldım. Yolda ağızı çikolata kremasına bulaşmış, elinde kırmızı bir balon tutan çocuğa rastlıyorum. Bana gülümseyerek balonununu uzatıyor. Gözlerindeki huzuru okuyabiliyorum. Hiç tereddüt etmeden tutuyorum balonu ipinden. Ve uçuyorum...Uçuyorum...Rüzgârlarla dans ederek uçuyorum'

Yasemin Göker

01.01.2014/Sonbahar'ıma ithafen


4 Aralık 2013 Çarşamba

Ruh Zedelenmesi

Ruh Zedelenmesi 

'Oysa ki ben kavuşmamıza gün sayarken, kendi günlerimi saymışım, Sonbahar...
Artık Hoşçakal! Seni yüzümü okşayan rüzgarlarınla, saçımı ıslatan gökyaşlarınla hatırlayacağım...'


Dün akşam seninle birlikte yürüdüğmüz yollardan yürüdüm...

Hava soğuktu, çetindi...Ve yüzüme çarpan rüzgar neredeyse nefesimi kesiyordu.
Boğuk sesler geliyordu etrafımdan...Ve bu gece beni ne evimizin köşesinde çiçek satan teyzenin 'Güzel kızım, alasın bir çiçek bea!' ı ne yolumuzun üstündeki göbekli amcanın beni her gördüğünde 'İyi akşamlar Avukat kızımıza! İşler nasıl geçti bakalım? Bak benim de bir sorum var' ı, ne de evimizin eşiğinde bekleyen kedilerin mırıldanması mutlu edecekti...

Eve geldim...
Hayali bir mutluluğun bana bu denli acı vermesiyle birlikte, tenime ve saçlarıma sinmiş kokunla çakır keyfi yapıyordum bu gece. Varsayılan duyguların hiçbir vakit hissedilmediğini anlamak mıydı beni bu kadar mutsuz kılan? Ah insankızı! Sen böyle birşeysin işte.
'İnsanoğlu' kördü, nankördü. Bunu sen de anlayacaktın elbette!

Neye göre yaşadın hayatı değil de, kime göre yaşadın hayatı, kızım?
Onlar çok bilir, çok düşünür, çok konuşur da hiç mi bir mantıklı kelime ağızlardan çıkmaz be kızım?
'Boşver' demek ne ucuz bir kelimeydi, bu aralar herkesin diline dolanmıştı...

Git gide uzaklaşmak yerine, gel gele yakınlaşsaydık keşke, insanoğlu!
Ama olsun, İstanbul sensiz de güzel!

'Hoşgeldin kartaneli mevsim! Artık beyaza örtme zamanı Sonbahar'ın geride bıraktıklarını. Seni de severim, ama O'nun kadar değil...'

Sonbahar'a ithafen...

Yasemin Göker





29 Kasım 2013 Cuma

İstanbul'a benzemek

İstanbul'a benzemek
 
İstanbul'a geleli bir hayli zaman oldu.
Mesela bu 'Külkedisi' masalından da çok öte birşey; Zira ben bunları şu an gerçekten yaşıyorum.

Geçen akşam köprünün ışıkları Boğaz'ı saniyeden saniyeye farklı renklere boyarken, tuhaf bir duygu sardı beni...
Önümüzdeki taksi demin daha maviyken, pembeye boyandı aniden; Sonra yeşil, sonra sarı...

Işıklar bir sönüyordu, bir yanıyordu. 
Var olmakla yok olmak arasındaki zamana ne sığdırabilirdi ki insan?
Herşey o kadar değişkendi ki, anı tutturabilmemin imkansızlığı eşliğinde tüm düşüncelerimin elimden kaydığının farkına vardım...
Kelimeler birbirlerini kovalarcasına, aklımdan geçti...


'Şimdi bu taraf Avrupa, o taraf da Asya ise, aradaki boşluk ne oluyor?'

Belki de onu doldurmakla yükümlü olan yine insandı.  Mesela Aşk'la. Kim bilir bu köprüden geçerken kaç kişi Aşk'ı düşünerek boğazı taşırmıştır. 
Bu şehirde Aşk yoktu belki, Aşk belki de yok olmaktı. Bilmiyorum.
Ama sanırım benim tercihim hep ikinciden yana olacaktır. Zira ben inandığım şey uğruna yok olmayı tercih edebilen bir insanım. Çünkü yok olmak benim için var olmamın kanıtıdır...

İşte bu kadar paradoks birşey. Tıp ki İstanbul gibi...


Yasemin Göker

23 Ağustos 2013 Cuma

Dönuş

Dönuş
 

„Rüzgar, at bakalım havanı. Elbette, sen de bir gün dineceksin!“

Şark ile Garp arasında. İstanbul. 23.08.2013. Saat 16.05. „Hay
ırlı cumalar, kızım“ demişti camiinin önünde güneşten korunmak için oturan bir yaşlı kadın. Genç kız yanından geçerken neredeyse farketmemişti kendisini. Bir dilenciydi belki, ya da mendil satıp dua edenlerden. „Allah, seni korusun (…), Allah seni sevdiğine kavuştursun!“ Aman, Allah korusun, doğru. Sevdiğine kavuşmak şu an istediği en son şeylerden biriydi belki de. Hem olmayacak duaya "Amin" denmez, teyze. Üç  ya da dört adım ilerlemişken „Hayırlı cumalar“ diye fısıldamıştı o da, kadının ona karşılık verdiğini duyup, duymadığından emin olmadan. Boynunu eğmiş yürürken, adımları damla damla birbirine karışıyordu. Daha sonra kaldırımlar. Daha sonra da dünya...

Ağlamak kolaydı nüfusu 13 854 740 milyonluk bir yerde. Gerçi bu sayılara da güveni yoktu pek; Zira kendisi de üç gün evvel bir İstanbul'lu olmuştu. Nitekim 13 854 741 milyon olmamalı mıydı bu rakam? Küsürü sayılmıyor
 muydu bu yerde? Ne fark ederdi bir kişi az ya da fazla, varlığı da yokluğu da ilgilendirmeyen bir şehirde.
Geride bırakmıştı koskoca bir hayatı, çünkü emindi ki tüm acılar kaybolacaktı burada, tıp ki daha önce kendisini kaybettiği gibi...

„İstanbul'a hoşgeldin, yine, yeniden, kalbi kırık kız. Par
çalarını burada toplaman dileğiyle. En geç sonbaharı yeniden anlamdıranı bulduktan sonra...“

Yasemin Göker

13 Nisan 2013 Cumartesi

Küçük Adam

 Küçük Adam

"Küçük adam; 
Mevsimlerden ilkbahar iken dudakların şı andırıyor; Hala üşüyor mu ellerin?
İçinde haykıran serzeni
şler varken, bedenin hareketsiz duruyor; Neden yavaşladı nefesin?

Omuzundaki yükler ağır geliyor da, asıl kalbindekiler midir seni yıkan?
O kadar umutsuzsun ki, mutluluktur yüreğine hüzün katan...

Yine yıldızsız bir gece çökmüştü yüreğine. Saate bakmaya cüreti yoktu, zira saatin ibresi hep "Hüzün Vakti" diye gösterirdi ona. Ela gözlerinin rengi kedere dönüşmüştü, yine yalnızlığının hüznüyle dans ettiği vakit. Bu duygu tanıdıktı, bilindikti, lakin bir o kadar da yabancı hissediyordu kendisini kendi dünyasına. Kötülük yapmak istemezken, etrafındaki insanlar kalp kırma sanatının ustası bellemişti onu. Oysa o "Dengesiz" değildi ki; Ancak etrafındaki insanlar onun ruhunun ebruli olduğunu görecek kadar sanatkâr değillerdi belki.
Yaşadıklarının hepsi kendi tercihi iken, nasıl oluyordu da, bu denli gücüne gidiyordu karşıya geçerken bıraktığı o elin, yumuşak parmak uçlarıyla yüzünü okşayıp, "Korkma" dememesi? Hayatın cilvesiydi belki. Alaylı sesleri hep kulağında; 'Sen yaptın, dayan buna"...
 

Gözlerini kapatmak istiyordu bütün dünyaya. Zira uyumak unutmanın bir yöntemidir; Ve sabaha her uyanışında "Belki bir rüyaydı" diyebilmenin sevinciyle beraber gerçeklere göz açmanın derin hüznünü yaşamaktı bu aralar en büyük acısı... 

Hayal meyal canlandırmaya çalıştı o günü kısık gözlerinin önünde...
"Beni mutlu edebilen tek insan sensin"
dediğinde ne garipti duygusu, kendisini dahi hiç mutlu edemezken. "Sana ihtiyacım var" dediğinde ne tuhaftı duygusu, kendisini bu kadar muhtaç hissederken. Ve kimse bilemezdi ki sevipte, terkedilmenin kolaylığını, sevilipte, terketmenin ağırlığını yaşayan insanlar varken bu hayatta...
O eylem yürekliler içindi, zira yürek parçalayan cinstendi.
Bile bile ölüme gitmeye benziyordu belki, ışığa doğru uçan güveler misali...
O bu hikayenin kahramanıydı, ancak bunu kimse bilemedi, anlayamadı. O ise kimseye söyleyemedi, anlatamadı.


...Senin hayallerin değil, kırıkların var; Parmağını kanattı mı küçük adam?"

Yasemin GÖKER/ Küçük adamlara ithafen

* “I’m here. I love you. I don’t care if you need to stay up crying all night long, I will stay with you. There’s nothing you can ever do to lose my love. I will protect you until you die, and after your death I will still protect you. I am stronger than Depression and I am braver than Loneliness and nothing will ever exhaust me.” (Elizabeth Gilbert, Eat, Pray, Love)

4 Nisan 2013 Perşembe

"Havalar da ısındı, di mi"

"Havalar da ısındı, di mi"
 

"Seni İstiklal'de gördüğüm bir kıza benzettim" dedi, "Saçını, tenini, yürüyüşünü; Öylece durdum ve ardından baktım". Bir an kelimelerin boğazında dügümlendigini hissederek sustu...Sonra devam etti "Bir an o'nu sen sanmıştım, biliyor musun?", "Aslında sen olmasını istedim" diye itiraf edercesine, zira biliyordu ki hiçkimsenin saçları onun saçları kadar yağmur kokmuyordu ve hiç kimsenin gözleri onun gözleri kadar kırılgan bakmıyordu ve hiç kimse kanatlanıp, uçarcasına yürümüyordu İstanbul yollarında karşısındaki bu genç kız kadar.

Genç kız bir an için duraksadı. Böyle birşey beklemiyordu. Ve bilemezdi ki karşısındaki adam, yolda yürürken avuçlarını kaç kez boşluğa açıpta, hiç olmayan ellerine uzandığını, vapurla karşıya geçerken kaç kez kafasında imkansız bir aşkın hikayesini yazıp, denizin şiddetli hüzün dalgaları eşliğinde birbirini uzaktan sevmeye mahkum olan Galata Kulesi ile Kız Kulesinin aşkıyla alabora olduğunu. Bilemezdi tabii ki. 

"Aaaa, öyle birşey imkansız" dedi genç kız gülümseyerek. "Beni bilirsin, akşam vakti evden çıkmam fazla, zaten kalabalığı da pek sevmiyorum". "Biliyorum" dedi genç adam sessizce, neredeyse fısıldayarak.

Belli etmeseler de ikisi de zorluk çekiyordu toparlanmakta. Bu zorluk bir zamanlar birbirine o kadar uzakken, yakın olma çabaların zorluğundan beterdi, hem de çok daha beter, zira birbirine bu kadar yakınken, uzak olmanın mesafeleri kat edilemeyen cinstendi.

"Havalar da ısındı, di mi" dedi genç kız birden. İçinden büyük bir ah çekmesi de bir oldu; ahbapça yaklaşmak isterken, aptalca, belki de ahmakça yaklaşmanın duygusunu yaşıyordu birden. Çünkü havadan, sudan konuşmak böyle birşeydi. Konuşulacak o kadar çok şey varken, hiç konuşamamak. Ziyadesiyle içeriğini güneşin sıcaklığıyla, karın güzelliğiyle, yağmurun ıslaklığıyla, rüzgarın yumuşaklığıyla süsleyerek, aslında hiçbirşey konuşulmamış olan bir diyalog biçimidir bu. Ancak biliyordu insanların sadece izin verdikleri kadar hayatlarında yer edebilmenin derin hüznünü. Nitekim çağırıp, bağırmanın hiçbir faydası yoktu susmayı tercih eden bir insanın geriye bıraktığı cefalı sessizliğinde. Bu yüzden ne dese kötü olacaktı, fakat böyle bir durumda tercihi kötünün iyisinden yanaydı.
 

"Ben artık gideyim" dedi genç adam kızın gözlerine, yüzüne dahi bakamadan. İkisi bir an tereddüt etti, "hoşça kal" ya da "görüşürüz" denmesini beklercesine. "Dur" demek bu denli zordu işte. İkisi de olmadı. Genç adam arkasını döndü ve gitti. 
Genç kız iskelenin kenarına oturmuş, kalkmak üzere olan vapuru izliyordu. içinde kocaman bir kara delik açılmışçasına tüm şehir gözlerinin önünde yok oluyordu teker teker acıların girdabında; Martılar, insanlar, kahkahalar bile... 

Birden omuzunda bir el hissetti. Kaygılı, bir o kadar da cesurdu dokunuşu.
Mümkün müydü?
O belki geri gelmişti, gitmemişti, gidememişti.
Döndüğünde bedeni buz kesti.  "Şey" dedi genç kız, doğru kelimeyi aramaya zaman kazanmak ister gibi...daha sonunu getirmeden genç adam ona sımsıkı sarıldı; Salkım salkım dökülen saçlarının hasret gibi yağmur kokusunu içine çekerek. Sessizliğin şiddeti farklı hissedilebiliyordu an. "Özlemişim" dediğinde "Özlettin" diye cevap alırcasına yürek dağlayıcıydi bu; Hem de hiç konuşmadan.
 

Yasemin Göker/ İstanbulcasına sevmek

28 Mart 2013 Perşembe

Hayat Karalaması

Hayat Karalaması

Olmak istediğin yerde olamamak öldürmeyen bir intihar gibidir.
Oranın yağmuru hep daha ıslak, güneşi hep daha sıcak, kuşları hep daha dinlenesidir. 
Tüm yaşananlar acı verirken, asıl yaşanamayanlardır hep daha fazla acı veren...
Ve zordur iki yerde de aynı anda varolmak, yokolmak bu kadar basit iken...


"Sen İstanbul'da yaşamıyorsun; İstanbul'u yaşıyorsun!" demişti bir lafının ortasında. Karşımdaki insani hiç tanımıyordum; En fazla 30 dakikalık bir konuşmuşluğum vardı, belki de daha az. Ancak o bir lafa sıgdırabilmişti tüm benliğimi. İplik söküğü misali bu denli çözülebilmek ürkütmüştü beni. Gülümsedim. İlk başta bana bu sözün verdiği acıyı örtmek için...
Ve nitekim bedenim hiçbir zaman bu kadar koşmak istememişti, başka şehire firar etmiş ruhumu yakalamak için...


Aşkı uzak mesafeden yaşamak böyle birşey. Kısıtlı vakitlere çok şey sığdırmaya çalışır insan. Lakin o kısıtlı vakitlere sığabilecek kadar basit değildik ikimiz. Söyle bana, insan yanında olduğu kişiye dahi hasret kalabilir mi? Kalabilir elbet.


Gittim. Ve hiçbir zaman ölüme bu kadar yakın olmamıştım.

Yasemin GÖKER

İstanbul'a ithafen/Yaşadığı yeri terketme arzusundaki insan mutsuz bir insandır (Milan Kundera)*

* Ayrıca çok değerli ruh ustasına teşekkürler :)  




27 Ocak 2013 Pazar

Renksiz

Renksiz


Eskilerde kalmış siyah beyaz bir filmden alıntı bir kare olabilirdi o an...
Herşey rengini yitirmişken, siyahın envai çeşit tonlarını ayırabilmektir yalnızlığın tanımı.
Nitekim hiçbir zaman saf karanlık değildi içinde bulunduğu. Bunun ürküten cinsinin yanısıra, huzur veren cinsi de vardı bazen. Lakin çevremizdekileri şekillendiren düşüncelerimizken, o hep yüreğine hançeri saplayan cinsi seçmiştir...

Yağmurlu bir Pazar günüydü. Yağmurları severdi de, Pazarları hiç sevemedi.  Zira ona özlemeyi hatırlatan bir gündü; Hayatında eksik, yüreğinde fazla olan herşeyi...

Mutfağın penceresi önünde oturmuş, yaldızlı kahve fincanını ters çevirip, tabağın üstüne koyarken, içinden bir dilek geçirdi; Ne olur, ne olmaz. Fallara inanmazdı aslında, fakat yorumlara göre degişebiliyordu bu durum. Öylece durdu biraz.
Saatin ibresi saniyeden saniyeye ilerliyordu. Kendisi doğru zamanı beklerken, zamanın onu beklememe ihtimalinin telaşına kapıldı yüreği ansızın. Birden huzursuz bir şekilde yerinden fırlarken, "Boşver" dedi korkularını yassıltacak kadar sesli, fakat kendisiyle konuşmanın tuhaflığını örtecek kadar sessiz.
Kahve fincanını henüz açmadan titrek elleriyle musluğun altına tutup, yıkadı ivedilikle. Masada bıraktığı su bardağını da almak üzere, fincanı lavaboya bıraktı, musluğu kapatmadan. İçi suyla dolup taşarken, boğulacak gibiydi içinde gizleyip, terkettiği tüm hayalleri. Su bardağın elinden kaymasından korkuyor olsa gerekti ki, fazla sıkarken elinde parçalarını buldu bir an. Cam kırıkların parmaklarına batıp, kanatmasıyla beraber yere yığılıp, hıçkırıklarıyla boğulurcasına ağlamaya başladı; Lakin bardağın değil de, kendi yüreğinin paramparça olmasına...
 
Hayat ona neyi layık görmediyse inatla yaşamaya çalışmışmışlığın bedelini ödüyordu belki de; Hem de en ağır biçimde...

Yasemin Göker

26 Aralık 2012 Çarşamba

Sözyaşlarım

Sözyaşlarım

"Ah bu hayat bir podyum olsa, seyircileri de dilsiz olsa, hiçbir şeye aldırmazdı salkım saçak yüreği; Onun küçücük bir dünyası olsa, adı da İstanbul konulsa, gerçek olurdu bütün hayalleri"

Gelinliğini giymiş yedi tepeli şehrin mücevheleri parıl parıl parlıyordu yıldızsız karanlıkta; çığrından çıkmış kar tanelerini sayarak, kendisini uyutmaya çalışıyordu kışın ortasında.
O bugün huysuzdu, mutsuzdu. Duvağını yere atıp, siyah saçlarını savurdu.
Ruju dudaklarından silinmiş, yaşları pembe yanağına inmiş.
Aynaya baktı, gülümsedi. Bu gece dağıtmak istedi kendisini...
İstanbul bugün terkedilmiş gibiydi nikah masasında; Kalbi kırık, intikam peşinde, insancıkları teşhir ediyordu hayat tezgahında...

Devir yüreksizlerin devriydi. Hiç birileri hiçbirşeye aldırış etmezken, şükretmeyi çoktan unutmuşlardı belki. Gözlerinin görmesi neye yarardı ki kör olmuş bir ruhun? Bu yüzdendi doğruya çıkmaz yollar, bağıran yalanların kahkahası eşliğinde yok olan bir umudun... İnsanlar şeffaf değildi ki içindeki rengini bilesin; Ve nitekim hiçbir zaman bu kadar zor olmamıştı yürümek bu yaşam serüveninde...


Kızartılmış kestanelerin kokusuyla karışımıştı soğuk rüzgar. Pembe atkılı kız İstiklal'den yürürken asağı, adımları hızlanıp, karışıyordu pusula bildiği kalp sesine. Üşüyen avuçlarını dua edercesine göğe açarken, içine bir kar tanesi kondu. Tuhaftı, lakin oydu yüreğini ısıtmaya başlayan.

Bu gece onun sözyaşları vardı. Ne gözden damlayan bir yaş kadar cesur, ne de dilden dökülen basit bir söz kadar ürkek...

Ya hep ya hiç! Yaşam marjinaldi onun için. Bu yüzdendi hep varolma çabaları, yokolmaya mahkum olan hi
çlikler içinde. Ve insanlar bilemezdi ki herşeye rağmen var olmanın kolaylığını, hala hiçbirşeye rağmen var olmaya çalışan yürekler varken; Nitekim olması gerekenler olmuşken, o da yapması gerekenleri yapmıştı artık... 

Ve o bugün çok üzüldü; Kalbinden sildiği her insana. En çok bundan sonra onları düşünecek hiç kimseleri kalmadığına. Bir veda şarkısı vardı kırmızı dudaklarını süsleyip, yol boyunca kar tanelerine fısıldadığı. "Hoşçakal" dı galiba son sözleri, böyle bir ayrılığa yakıştırdığı...
 

Ve gece yavaş yavaş çekerken elini şehrin üstünden, gün doğmaya başlıyordu yeniden...

"Ah İstanbul, ayarın yok muydu senin? Belki de cazibendir senin bu dengesizliğin..."


Yasemin Göker/En sevdiğim şehire ithafen

28 Kasım 2012 Çarşamba

"Oysa ki ben koskoca bir okyanusu kâğıttan bir gemiyle geçmeye çalıştım.."

"Oysa ki ben koskoca bir okyanusu
kâğıttan bir gemiyle geçmeye çalıştım..."


Yıldızlar kayıyordu karanlık bir gecede.
Semanın siyahı denize karışıp, onunla bütünleşmişti sanki; Artık yer gök aynı renge boyanmıştı. Karanlığın rengine. Gökyüzünde parlayanları, deniz yansıtmaya çalışırken, hep biraz daha bulanık, hep biraz daha belirsiz geri gönderiyordu. Buydu aralarındaki tek farkı yaratan.

Kıyıda küçük bir adam duruyordu. Küçük bir adam, fakat büyük hayallerle. Cebinden c
ıkarmış kağıttan gemileri deryalara azad eden. Elindeki ağı denize atıp, suya düşmüş yıldızları tutmaya çalışan. Ağı çıkardıkça burnuna gelen keskin yosun kokusunun haricinde hiçbirşey tutamayışının derin hüznünü yaşarken kendisine itiraf etti...

O bir küçük adamdı, boyunu aşan büyük hayallerle.

Yasemin Göker