13 Nisan 2013 Cumartesi

Küçük Adam

 Küçük Adam

"Küçük adam; 
Mevsimlerden ilkbahar iken dudakların şı andırıyor; Hala üşüyor mu ellerin?
İçinde haykıran serzeni
şler varken, bedenin hareketsiz duruyor; Neden yavaşladı nefesin?

Omuzundaki yükler ağır geliyor da, asıl kalbindekiler midir seni yıkan?
O kadar umutsuzsun ki, mutluluktur yüreğine hüzün katan...

Yine yıldızsız bir gece çökmüştü yüreğine. Saate bakmaya cüreti yoktu, zira saatin ibresi hep "Hüzün Vakti" diye gösterirdi ona. Ela gözlerinin rengi kedere dönüşmüştü, yine yalnızlığının hüznüyle dans ettiği vakit. Bu duygu tanıdıktı, bilindikti, lakin bir o kadar da yabancı hissediyordu kendisini kendi dünyasına. Kötülük yapmak istemezken, etrafındaki insanlar kalp kırma sanatının ustası bellemişti onu. Oysa o "Dengesiz" değildi ki; Ancak etrafındaki insanlar onun ruhunun ebruli olduğunu görecek kadar sanatkâr değillerdi belki.
Yaşadıklarının hepsi kendi tercihi iken, nasıl oluyordu da, bu denli gücüne gidiyordu karşıya geçerken bıraktığı o elin, yumuşak parmak uçlarıyla yüzünü okşayıp, "Korkma" dememesi? Hayatın cilvesiydi belki. Alaylı sesleri hep kulağında; 'Sen yaptın, dayan buna"...
 

Gözlerini kapatmak istiyordu bütün dünyaya. Zira uyumak unutmanın bir yöntemidir; Ve sabaha her uyanışında "Belki bir rüyaydı" diyebilmenin sevinciyle beraber gerçeklere göz açmanın derin hüznünü yaşamaktı bu aralar en büyük acısı... 

Hayal meyal canlandırmaya çalıştı o günü kısık gözlerinin önünde...
"Beni mutlu edebilen tek insan sensin"
dediğinde ne garipti duygusu, kendisini dahi hiç mutlu edemezken. "Sana ihtiyacım var" dediğinde ne tuhaftı duygusu, kendisini bu kadar muhtaç hissederken. Ve kimse bilemezdi ki sevipte, terkedilmenin kolaylığını, sevilipte, terketmenin ağırlığını yaşayan insanlar varken bu hayatta...
O eylem yürekliler içindi, zira yürek parçalayan cinstendi.
Bile bile ölüme gitmeye benziyordu belki, ışığa doğru uçan güveler misali...
O bu hikayenin kahramanıydı, ancak bunu kimse bilemedi, anlayamadı. O ise kimseye söyleyemedi, anlatamadı.


...Senin hayallerin değil, kırıkların var; Parmağını kanattı mı küçük adam?"

Yasemin GÖKER/ Küçük adamlara ithafen

* “I’m here. I love you. I don’t care if you need to stay up crying all night long, I will stay with you. There’s nothing you can ever do to lose my love. I will protect you until you die, and after your death I will still protect you. I am stronger than Depression and I am braver than Loneliness and nothing will ever exhaust me.” (Elizabeth Gilbert, Eat, Pray, Love)

4 Nisan 2013 Perşembe

"Havalar da ısındı, di mi"

"Havalar da ısındı, di mi"
 

"Seni İstiklal'de gördüğüm bir kıza benzettim" dedi, "Saçını, tenini, yürüyüşünü; Öylece durdum ve ardından baktım". Bir an kelimelerin boğazında dügümlendigini hissederek sustu...Sonra devam etti "Bir an o'nu sen sanmıştım, biliyor musun?", "Aslında sen olmasını istedim" diye itiraf edercesine, zira biliyordu ki hiçkimsenin saçları onun saçları kadar yağmur kokmuyordu ve hiç kimsenin gözleri onun gözleri kadar kırılgan bakmıyordu ve hiç kimse kanatlanıp, uçarcasına yürümüyordu İstanbul yollarında karşısındaki bu genç kız kadar.

Genç kız bir an için duraksadı. Böyle birşey beklemiyordu. Ve bilemezdi ki karşısındaki adam, yolda yürürken avuçlarını kaç kez boşluğa açıpta, hiç olmayan ellerine uzandığını, vapurla karşıya geçerken kaç kez kafasında imkansız bir aşkın hikayesini yazıp, denizin şiddetli hüzün dalgaları eşliğinde birbirini uzaktan sevmeye mahkum olan Galata Kulesi ile Kız Kulesinin aşkıyla alabora olduğunu. Bilemezdi tabii ki. 

"Aaaa, öyle birşey imkansız" dedi genç kız gülümseyerek. "Beni bilirsin, akşam vakti evden çıkmam fazla, zaten kalabalığı da pek sevmiyorum". "Biliyorum" dedi genç adam sessizce, neredeyse fısıldayarak.

Belli etmeseler de ikisi de zorluk çekiyordu toparlanmakta. Bu zorluk bir zamanlar birbirine o kadar uzakken, yakın olma çabaların zorluğundan beterdi, hem de çok daha beter, zira birbirine bu kadar yakınken, uzak olmanın mesafeleri kat edilemeyen cinstendi.

"Havalar da ısındı, di mi" dedi genç kız birden. İçinden büyük bir ah çekmesi de bir oldu; ahbapça yaklaşmak isterken, aptalca, belki de ahmakça yaklaşmanın duygusunu yaşıyordu birden. Çünkü havadan, sudan konuşmak böyle birşeydi. Konuşulacak o kadar çok şey varken, hiç konuşamamak. Ziyadesiyle içeriğini güneşin sıcaklığıyla, karın güzelliğiyle, yağmurun ıslaklığıyla, rüzgarın yumuşaklığıyla süsleyerek, aslında hiçbirşey konuşulmamış olan bir diyalog biçimidir bu. Ancak biliyordu insanların sadece izin verdikleri kadar hayatlarında yer edebilmenin derin hüznünü. Nitekim çağırıp, bağırmanın hiçbir faydası yoktu susmayı tercih eden bir insanın geriye bıraktığı cefalı sessizliğinde. Bu yüzden ne dese kötü olacaktı, fakat böyle bir durumda tercihi kötünün iyisinden yanaydı.
 

"Ben artık gideyim" dedi genç adam kızın gözlerine, yüzüne dahi bakamadan. İkisi bir an tereddüt etti, "hoşça kal" ya da "görüşürüz" denmesini beklercesine. "Dur" demek bu denli zordu işte. İkisi de olmadı. Genç adam arkasını döndü ve gitti. 
Genç kız iskelenin kenarına oturmuş, kalkmak üzere olan vapuru izliyordu. içinde kocaman bir kara delik açılmışçasına tüm şehir gözlerinin önünde yok oluyordu teker teker acıların girdabında; Martılar, insanlar, kahkahalar bile... 

Birden omuzunda bir el hissetti. Kaygılı, bir o kadar da cesurdu dokunuşu.
Mümkün müydü?
O belki geri gelmişti, gitmemişti, gidememişti.
Döndüğünde bedeni buz kesti.  "Şey" dedi genç kız, doğru kelimeyi aramaya zaman kazanmak ister gibi...daha sonunu getirmeden genç adam ona sımsıkı sarıldı; Salkım salkım dökülen saçlarının hasret gibi yağmur kokusunu içine çekerek. Sessizliğin şiddeti farklı hissedilebiliyordu an. "Özlemişim" dediğinde "Özlettin" diye cevap alırcasına yürek dağlayıcıydi bu; Hem de hiç konuşmadan.
 

Yasemin Göker/ İstanbulcasına sevmek